Translate

31 Ocak 2014

Heyecan kaldığı yerden devam ediyor. Hayalet Sokağının gizem perdesinin çözülmesi artık an meselesi. (Hikayeyi hiç okumamışsanız bu gönderinin altındaki gönderiyi okuyabilirsiniz. 1. bölümden, 6. Bölüme kadar olan kısım alttaki gönderidedir.) Keyifli okumalar…






HAYALET SOKAĞI - 7 -


12 Mayıs 2015 - İstanbul

Tüm Türkiye’nin gözlerini çevirdiği bu sokağa giriş çıkışlar yasaklanmıştı. Sadece bu sokak ile bağlantılı yollarda oturanlara geçiş kimlikleri dağıtılmıştı. Gazeteciler ve meraklı gözlerin bu sokağa erişimi çoktandır engellenmişti. Sadece yurt içinde değil, yurt dışında da bu sokağın adı anılır olmuştu. Taksi ile bu sokağa gelinebilecek en yakın yere gelmişlerdi ve beklemeye başladılar. Bu tedirgin bekleyişi bozan Melek’in sorusu oldu.

“Nasıl gireceğiz? Buraya girmek imkansızdan da öte.”

“Bilmiyorum. Sanırım birilerini aramam gerekli.” dedi Selim ve telefonunu çıkarak Başkomiser Ahmet’i aradı.

“Başkomiserim.”

“Selim. Hayırdır bu saatte?”

“Görüşmemiz gerekli başkomiserim.”

“Bu saatte ne görüşmesi Selim. Evladım kendinde misin?” dedi Ahmet. Geçmişten gelen samimiyetlerini anımsatmak ister gibiydi.

“Ahmet abi. Bu sokağa girmem gerekli. Yardım et lütfen bana.”

“Selim oğlum. Çıldırdın mı sen?”

“Abi gel lütfen. Bana inanacaksın ve kendin göreceksin.”

“Gerçekten korkutuyorsun artık beni.” dedi. Biraz duraksadıktan sonra “ Neredesin söyle.” dedi. Belli ki içinde hala bu adama güvendiğini söyleyen birileri vardı.


Bu konuşmanın üzerinden yarım saat sonra, Başkomiser Ahmet yanlarına geldi. Bakışları sinirli olduğunu belli eder gibiydi. İlk olarak Melek’i göz ucuyla süzdükten sonra Selim’e dönerek;

“Neler oldu sana oğlum. Seni oğlum gibi görüyorum bilirsin. İstersen bir doktora gidelim ha ne dersin?”

“Ben iyiyim abi. Sadece bana güvenmeni istiyorum. Bu sokağa girmeme yardım et lütfen.”

“Buraya giriş yasak.”

“Abi sende gel ve gör.”

“Neyi göreceğim Selim?”

“Görmeyeceksin ama inanacaksın bana. Arkamda durup beni izlemen bile yeterli.”

“Selim yapma oğlum. Artık kendine gel.”

“Bana bir şans ver lütfen.”

Başkomiser Ahmet, muhtemelen Selim’in çıldırdığını düşünüyordu. Fakat bu genç adam o kadar ısrarcıydı ki sonunda kabul etti. Polisin tüm gün boyu nöbet tuttuğu bu sokağa girmişlerdi artık.

Selim önden gidiyordu, başkomiser ve Melek ise hemen arkasındaydılar. Selim cinayetlerin işlendiği noktaya 5 metre kala durdu. İstemsiz bir duruştu bu. Olduğu yerde kaldı. Ahmet, Selim’in bu hareketine anlam verememişti ve silahını çekti. Tedirgin bir ses tonuyla;
“Selim, bir şey mi gördün?” dedi.

Selim kaskatı kesilmişti. 

“Hayaletlerin huzurunu bozan da kim?”.
 Selimin kulağında çınlanan bu ses kıyametin ayak sesleri gibiydi. Çok ürkütücü bir tınısı vardı. Selim cevap vermedi. 

İsmini ver ölümlü” dedi ses. 

Selim yine sustu ve cevap vermedi. Sesin şiddeti artarak;

 “Huzuru bozanların cezası ölümdür” dedi.

 Selim ısrarla konuşmuyordu. Sanki dilini yutmuştu. Ses gülmeye benzer bir şekle büründü ve korkunç bir kahkaha attı. Kahkahasının sonunda,

 ”Ölümlü, bize kurbanlar sunmaya gelmiş.” dedi. Tekrar kahkaha atmaya başladı. 

Selim artık tepkisiz kalamazdı ve cevap verdi. 
“Kurban getirmedim.” dedi sesi titriyordu.

 “Onlarda artık bizden biri” diye cevapladı ses. 
Selim tutuldu, bir şey söyleyemedi.

Ses ;“Ölümlü ismini ver.” dedi. 

Selim artık bu soruyu cevapsız bırakamazdı. “Selim” dedi. Başkomiser Ahmet, Selimin kendi kendine konuştuğuna hükmedip yanına yürüdü ve çok sert bir tokat attı.

“Kendine gel.” dedi bağırarak. Selimin iki omzundan da tutarak silkeledi. Selimin omuzlarını bıraktığında sesi hala yankılanıyordu dar sokakta. Selim, yediği tokatın ve silkelenmenin hiçbir faydası olmamışçasına sokağın ortasına doğru boş boş  bakmaya devam ediyordu.

18 Mayıs 2012



HAYALET SOKAĞI

BÖLÜM 1

     Şehrin tam göbeğindeki isimsiz bir sokakta vakit gece yarısını bulmuştu. Aşırı alkol tüketiminden dengesini yitirmiş ve sarhoş olduğunu anlamak için pek de zorlanılmayacak, kısa boylu ve göbekli bir adam şarkı söyleyip yalpalayarak ilerlemeye çalışıyordu dar sokakta. Söylediği kelimeler anlaşılmasa bile, mırıltı şeklinde çıkan sesinden bir şarkıyı seslendirmeye çalıştığı belli oluyordu.

Sarhoş adam sokağın ortasına doğru yaklaştığında kafasını kaldırdı ve gökyüzüne baktı. Bu bakış onun yere düşmesini epey bir kolaylaştırdı. Yere düşer düşmez de gülmeye başladı. Yaptığı aptallıklara gülmeyi başarabilen nadir insan topluluklarından birine sarhoş denir. Buna şüphe yok diye düşündü ve gülümsedi.

Uykusunun geldiğini hissetti ve bir an için gözlerini kapadı. Birkaç saniye sonra gözlerini açtığında her tarafın zifiri derecede karanlık olduğunu gördü. Az önce yolunu aydınlatan sokak lambaları sönmüştü. Rüyada ya da büyük ihtimalle kabusta olduğunu düşünerek hafif ve kendinden beklenmeyecek bir nazik tavırla tebessüm etti. Ayağa kalkmak için birkaç dakika uğraştı. Ayağa kalktığında tam karşısında beyazlar içinde bir şeyin olduğunu gördü. Kafasını öne eğerek dikkatlice baktı. Gözlerini ovuşturdu tekrar baktı. Vücudunda titremeler başladı ve yutkunarak;

“Seeen. Abi ben. Burda yattım. Rüya..” dedi.

Kekelemeye başlamıştı. Karşısındaki Beyazlının ayaklarının olmadığını fark ettiğinde, zamanın durduğunu hissetti. Kafasını arkaya çevirmeye korkuyordu. Kaçmaya korkuyordu.Bir heykel edasında Beyazlının yaklaşmasını izledi. Beyazlı yavaşça yanına yaklaştı. Adam gözyaşlarına hakim olamadı.

“Ben bişey yapmadım.” dedi.

Karşısında duran Beyazlının gözlerinin soluk gri renkte olduğunu fark ettiğinde bir daha gözlerine bakmaması gerektiğini düşündü. Yankılı bir ses duydu, olabildiğine korkunç ve kasvetli bir ses;

“Bu sokak hayaletlerle dolu ve sen hayaletlerin huzurunu bozdun.”  dedi.

Ses o kadar korkunç yükseklikte çıkmıştı ki, sarhoş adam bütün şehrin bu sesi duyduğuna yemin edebilirdi.

“Ben ben bilmiyordum sokak. Özür dilerim ben bir daha olmaz.” diyebildi.

Nefesinin tükendiğini hissetti. Sesi o kadar boğuk çıkmıştı ki anlamsız bir gürültüden ibaret ve anlamsızca konuşmuştu. Az önce zil zurna sarhoş olan bu adam şimdi ise sanki hiç içmemişçesine yalpalamadan duruyordu. Sadece elleri ve ayakları titriyordu. Nefes alamıyordu. Birkaç dakikadır nefes almadığını düşündü.

Karşısında duran Beyazlının vücudunun ortalarına doğru sabitleştirdi gözlerini. Dikkatlice baktığında karşısındakinin içinden geçiyordu bakışları ve asfaltı görebiliyordu. Beyazlının hareketlendiğini gördü. Elini beline attı ve tabancasını çıkardı. Bütün şarjörü Beyazlının üstüne boşalttı. Bütün şarjörün bitmesi saniyeler sürmüştü sanki.

Kafasını kaldırdığında karşısında duran Beyazlının aynı yerde durduğunu gördü. Hafif bir sesle;

“Hayaletlere kurşun geçmez mi?” diyebildi.

Beyazlı bütün bu olan bitenden sonra, beyazlar içindeki elbisesinin içinden bir bıçak çıkardı. Uzun bir bıçaktı bu. Bıçakta aynı kendisi gibi şeffaftı. Adam donup kaldı ve boğazının kuruduğunu hissetti.

“Huzuru bozanların cezası ölümdür.” dedi Beyazlı.

17 Mayıs 2012


Daha önce yayımladığım “İsyan” isimli hikayemde geçen savaş’ın anlatıldığı hikayemdir. Hikaye 3 kısımdan oluşuyor.

1.    Kara Ova
2.    Yağmur ve Kan
3.    Gözyaşı

Blog sitemde yayımladığım ve bu hikayenin temeli olan “İsyan” isimli hikayem ise en aşağıdadır.



Kara Ova


            Krallığın başkentine iki günlük uzaklıktaki  Kara Ova’da, kısa bir zaman öncesine kadar kardeş olan insanlar şimdi karşı karşıyaydı. Bu ova ismini, yüzeyinde çıkan ve yeryüzünde başka hiçbir toprakta bulunmayan siyah renkteki otlardan alıyordu. Bu siyah renkteki bitkiler oldukça zehirliydi. Nice insanın ve hayvanın canını almışlardı.

Tarihin tutulmaya ve Krallıkların kurulmaya başlamasından önce yaşayan bilgeler, bu ovanın ismini Kara Ova olarak koymuşlardı. Şimdi ise bu Kara Ova bağrında yetişen zehirli bitkilerden aldığı bu isminin şanına yakışırcasına, kara bir olayın daha sonuçlanmasına şahitlik edecekti.

         Kral savaşın başlamasına kısa bir zaman kala; çadırında oturmuş ve düşüncelere dalmıştı. Oğlunun isyana kalkışmasını sağlayacak bir nedeni olup olmadığını düşünüyordu, sanki, bir yıldır hiç düşünmezmişçesine.

Bir kral gibi davranamayıp duygularına ve sevgisine yenik düşmüş, isyanın başlamasından bir ay sonra oğluna; yanında at koşturan ve isyanın asıl sorumlusu olan Kurt’un kafasını yollaması karşılığında, affedileceğini, hiçbir hakkını elinden alınmayacağını onaylayan ve üzerinde kendi mührünün bulunduğu bir mektup yollamıştı. O mektubun karşılığı olarak, mektubu taşıyan elçilerin kafaları cevap olarak geri gönderilmişti. Elimden geleni yaptım diye düşündü.

Fırtınalı bir günde doğan bu hırçın çocuğu hala sevdiğini hissediyordu. Haksızlığa tahammülü olmayan ve babasının gençliğini andıran bir vücuda ve yüze sahip oğluna baktığında, kendisini görürdü hep. Siyah saçları, kahverengi gözleri, uzun boyu ve bir heykeltıraşın elinden çıkmışçasına hatlara sahip yüzü. Çok çabuk kavrayan, bedeli ne olursa olsun asla yalan söylemeyen ve hırçın bir çocuktu.

Gençliğinde, o da zaman zaman babasının hareketlerine anlam veremez ve çoğu zaman da kızardı, ama asla bir isyanın içerisine girmemişti. Bir oğul, babasının canını almayı nasıl düşünürdü ki?

       Kral olmadan önce babasının nasihatlerini dinlemişti hep. Babası ölüm döşeğinde cebelleşirken oğlunu çağırmış ve ona;

Sen benim oğlumsun ve benim sana karşı bir zafiyetim var. Tanrılara şükür ki sizler iyi çocuklar oldunuz ve beni istemediğim şeyleri yapmak zorunda kalan gaddar bir kral olmaktan kurtardınız. Evladım unutma! Sen bir kralsın. Bir baba da olacaksın elbette ama, sen herşeyden önce bir kralsın. Bir kral evlatlarının huzurundan çok, diyarının huzurunu önemser. Bir Kralın tek bir amacı vardır. O da diyarının huzurudur. Eğer iyi bir şekilde anılan bir Kral ve iyi bir baba olmak istiyorsan evlatlarını iyi yetiştir ki sana köstek olmasınlar. Sana köstek olmadıkları gibi sen öldüğünde birbirlerine düşmesinler. Bir evladın görevi babasına destek olmaktır. Bunu sakın unutma.” demişti.
         
          Yaklaşık 30 sene geçmişti bu olayın üzerinden. Şimdi babasının suretini karşısında görüyor gibiydi. Bir kral olmanın bilincini yitirmişçesine çocuklaşıvermişti. Sanki babası karşısındaydı. Utanıyordu. “Evlatlarını böyle mi yetiştirdin?” diye bir ses duyacağına emin bir şekilde karşısında ki boşluğa bakıyordu. “Öğüdümü dinlemedin ve şimdi olanlara bak.”, “Oğlun, kendi kanından doğan ilk erkek çocuğun, sana karşı isyan etti. Kendi halkına kıydı ve sen buna engel olamadın.”. Evet, sanki bunları duyuyordu boşluklardan. Bir fısıltı gibi çalınıyordu kulaklarına. Elleri ile kulaklarını kapadı ve tam bu sırada içeriye bir muhafız geldi.

“Kral’ım düşman kuvvetleri hareketlenmeye başladı.”

             Muhafıza, duyduğunu ve az sonra dışarıya çıkacağını anlatan bir kafa işareti yaptı ve muhafız reverans yaparak çadırdan çıktı. Az önce kendi kişisel muhafızı kendi kanından doğan ilk erkek çocuğuna düşman demişti. Oğluna düşman demişti.

Bu yola girilmişti artık. Ne yazık ki bu yol; kardeş kanlarıyla, kopan vücutların uzuvlarıyla ve acı dolu çığlıklarla doluydu. Yolun sonunda ise tam bir karanlık hüküm sürmekteydi. Kendi oğlunun yakalanıp idam edilmesi veya bir asker tarafından doğranmasını görecekti kendi gözleriyle.

Oğlunun yanında duran hainin canlı yakalanmasını emretmişti. Ya oğlunuz? dediklerinde ise, “Buna kendisi karar verecek. Aman dilerse o da canlı bir şekilde yakalanır. Yok aman dilemez ise ne kadar haksız da olsa onurlu bir insan gibi ölür.” demişti ve bunları söylerken vücudundaki bütün sıcaklığın kendisini terk ettiğini düşünmüştü. Babasının olmaktan korktuğu o Gaddar Kral, kendisi olmuştu. Kendi oğlunun katili olacak olan bir baba.

Kral kendine bu soruyu sordu. İnfazını mı görmek isterdi? yoksa, savaş sonrasında ki parçalanmış vücudunu mu? İkisini de istemediğini biliyordu. O, yeni doğan tahtın varisinin, dünya üzerindeki bütün kokulardan daha güzel kokan, o kundak kokusu ile kollarında olduğunu ve ona gülümsediğini görmek istiyordu. Bu duygu yoğunluğuyla daha fazla mücadele edemeyeceğini hissetti ve dışarıya çıktı.

Kral dışarıya çıktığında Kara Ova’nın üstüne bir örtü gibi örtülen kara bulutları gördü. Yağmurun yağacağını hissetti. Karşısında duran ve oğlunun komuta etmekte olduğu 10 bine yakın isyan ordusuna baktı. Kendi ordusuyla karşılaştırıldığında çok ufak bir insan topluluğu gibi kalıyorlardı.

Kral’a karşı ayaklanan oğlu, önüne gelen şehirleri yakmış ve safına katılmayan bütün insanları öldürmüştü. İsyana başladığı, taht üzerindeki hakkını; babasını hiçe sayarak, kan dökerek istediği ve aynı gün babasına tahtı bırakmasını aksi takdir de bunu canıyla ödeyeceğini, bir kuzgunun bacaklarına bağladığı bir kağıt parçası ile yolladığı günden bu yana, neredeyse bir yıl geçmişti. Bu bir yıl içerisinde babası tarafından kendisine yollanan elçilerde dahil olmak üzere, binlerce masum insanı öldürmüştü. Nihayetin de bu isyan, bu ovada kaderini belli edecek ve haklı ya da haksız olan bir taraf bu isyanı sonlandıracaktı. Rahiplerin söylediği gibi, aslında bu kararı Tanrılar verecekti.

            Kral’ın kuvvetleri toplamı 100 bini buluyordu. 10 bine yakın okçu, 20 bine yakın süvari ve 70 bine yakın piyadesi ile dev bir orduya sahipti. Oğlunun kuvvetleri ise, casuslarının getirdiği raporlara göre; 2 bine yakın okçu, 5 bine yakın süvari ve 10 bine yakın piyadeden oluşuyordu. Savaşın sonucu çoktan belli gibi gözüküyordu. Kral’ı savaşın kazanılamaması hakkında endişelendiren hiç bir şey yoktu. Komutanlarından birisi ise endişesini dile getirircesine;

“Kral’ım sayı olarak oldukça fazlayız. Kurt’un komuta ettiği süvarileri püskürttüğümüzde bu savaş sonlanmış olacaktır.”

            Kral, Kurt ismini duyduğunda vücudunun bütün hücreleri sağ eline yönelmiş ve bir baskı uygularmışçasına yumruğunu sıktı. Komutana doğru döndü ve gayet sinirli ve sert bir ses tonuyla;

“O kendini Kurt sanan köpeğin canlı bir şekilde ele geçirilmesini istiyorum. Savaş başladığında okçularım oklarını, Kurt’un içinde bulunduğu süvarilere doğru fırlatmayacaklar. Süvari kuvvetlerimizin hepsinin, savaşın seyri ne olursa olsun, Kurt’un komuta ettiği süvarilere yönelmesini istiyorum. O adam elinizden kaçmamalı.”

“Emredersiniz Kral’ım.” dedi komutanı. Sesi çok endişeli çıkmıştı.

            Kral son bir kez ovaya ve belki kundaktaki gülümseyen oğlunu görürüm umuduyla isyancılara baktı. Sonra, babalık içgüdülerinden azat edilmişçesine komutanlarına döndü. Yine çok sert ve sinirli bir ses tonuyla gürlercesine;

“Herkes yerlerine geçsin.” diye emretti.

Kendisi de atının üstüne çıktı ve bütün olayları ve ovayı görebilecek konumda olan bir tepeye yöneldi. Yanında 200’e yakın kişisel muhafız ve emirlerini birliklere götürmek üzere hazır bekleyen 100’e yakın atlı bulunmaktaydı.

Kral’ın belirlediği stratejiye göre, piyadeler 30 birliğe bölünmüştü. 10 ar birlik bir sıra oluşturacak şekilde üç uzun hat oluşturulmuştu. Piyade birliklerinin 2. hattının arkasına ve 3. hattının önüne ise okçular yerleştirilmişti. Süvariler ise her iki kanada yerleştirilmiş toplam 10 birlikten oluşuyordu.

            Kral derin bir nefes aldı ve bu sırada yağmurun sesini ve kokusunu hissetti. Çok güzel kokuyordu toprak. Yağmurla buluşunca sanki doğası değişiyor ve bir başka kokuyordu. Az sonra söyleyeceği tek bir kelimeyle binlerce insanın öleceğini biliyordu. Biraz bekledi. Sanki, ölecek olanların biraz da olsa bu kokudan nasibini almalarını ister gibiydi. Oğlunu gözünün önüne getirdi ve yanında duran baş yaverine döndü;

“Piyadeler harekete geçsin.”

            Uzun bağrışmalar duyuldu. Ses tellerini yırtmaya çalışırcasına uzun sesler. Hepside aynı şeyi tekrarlıyordu;

“Piyadeler İleriiiiiii!”






İSYAN

         Denize bakan saraylarının büyük balkonlarına çıkmışlardı. Önlerinde uzanan denize bakıyorlar ve rüzgar, yosun kokusunu dolduruyordu balkonlarına. Güneş tepede ve yakıcıydı bugün. Hafifçe esen meltem çok tatlı bir serinlik getiriyordu denizin tuzlu sularından.

"Bir kukla olduğunun farkına vardığında iş işten geçmiş olacak. " dedi Kraliçe kızına.

"Nasıl fark edemez ki bunu?" dedi küçük prenses. "Oysa ki ona herşeyi anlattım. "

"Gözlerini hırs bürümüş bir adamın gözlerini açamazsın. Çünkü kendi elleriyle bağlamıştır gözlerini. "

"Babam onu affedecektir değil mi anne? "

"Bilmiyorum kızım. Bunu düşünmek kalbimi derinden yaralıyor. Geceleri uyuyamıyorum. Tanrılara dualar ediyorum aptalca başlattığı bu isyanı sonlandırması için. "

"Buna cüret edemez. Babama, krala karşı yürüyemez. " prenses bunları söylerken tüylerinin ürperdiğini hissetti. Soru sormaktan çok arzularını dile getirir gibiydi. Abisi kafasının dikine giden, sinirli ve sert bir adamdı. Küçükken de hep babasına karşı çıkar kafasının dikine giderdi. Babası bu durumu fark etmiş ve tecrübeli bir komutanı oğlunun eğitimi için saraya almıştı. O komutan şimdi oğluyla birlikte isyan eden askerlerin arkasındaki adamdı.

"Umarım kızım."dedi kraliçe içinde gittikçe büyüyen bu korkuyu kızının da hissetmemesini umarak.

......................................



         Yağmur yağıyordu. Her damla askerlerin miğferlerine ve zırhlarına düşüyor ve kendileri küçük su damlaları olmalarına rağmen, çıkardıkları sesle büyük rahatsızlık veriyorlardı kulaklara. Rahatsız olmayan tek bir kişi vardı. 


         Prens, bu seslerin kendisine cesaret verdiğini hissediyordu. Küçüklüğünden beri kendisinin yanında olan ve onu eğiten aynı zamanda dedesinin ordusununda komutanı olan yaşlı askerin yanında olmasından aldığı cesaret gibi. Bu komutanın bir ismi olmamıştı hiç. Herkes ona Kurt diye sesleniyordu.

Prens alaycı bir ses tonuyla;

 "Kurt ,bir savaşa girerken hiç kaybetmekten korkmuşmudur diye düşünürdüm hep?" dedi.

"Hiçbir savaş ve hiçbir düellodan korkmadım ve hep kazandım prensim. Kral olduğunuz günü de görmem için bugünde kazanmalıyız galiba." dedi gülümsedi.

Şeytani bir gülümseme. Krala karşı kışkırtmıştı prensi. Kral onu görevinden almış ve oğlunu iyi bir asker ve komutan olarak eğitmesi için seçtiğini de o gün duyurmuştu. O günden bu yana yavaş yavaş zehirlemişti prensi. İşte bugün bu çocukla birlikte krala karşı savaşacak ve belki kralı bile öldürebilecek fırsatı eline geçirebilecekti. Oysaki prens, kralın en büyük oğlu ve tahtın varisiydi. İsyan etmesi için hiçbir sebep yoktu. Babası ölünce tahta oturacak kişide ondan başkası değildi.

         Kurt ismini hakeden bir komutandı. Çok tecrübeli ve hata yapmayan bir karakteri vardı. Çok genç yaşta çok büyük rütbeler elde etmiş ve otuzuna varmadan krallığın ordu komutanı olmuştu. Bu kadar büyük bir rütbeyi kazanabilmesini sağlayan o bitmek tükenmek bilmeyen hırsıydı. Askerlikteki hırsı onun gözünü kör etmiş ve rütbesi elinden alınıp bir çocuk bakıcısı olarak görevlendirilince intikam planları yapmaya başlamıştı.

         İlk işi prense kendisini sevdirmek oldu. Prense hikayeler anlatırdı hep. Bu hikayelerin çoğunda bir adam isyan eder ve istediğini elde edesiye kadar savaşırdı. Prensin ona karşı beslediği sevgi o kadar büyüktü ki bir gün Kurt’a;
“Benim babam sen olmalıydın.” bile demişti.

         Bu sevgiyi kazandıktan sonra prensle beraber gönderildiği sancak şehirinde prensin aklını zehirlemeye devam etti. Babasının yolladığı haberleri kafasına göre yorumlayıp prensi sevmediğini göstermeye çalıştı. Yeterli güce ulaştığını hissettiğinde ise babasının prensin küçük kardeşini tahtın varisi olarak duyurmayı düşündüğünü söylemişti. Prense isyan ederek hakkı olanı alabileceğini anlattı. Prensin zehirlenmiş olan düşünceleri artık dahada büyümüş ve babasına karşı isyan bayrağını çekmişti.

"1 e karşı 10. Bir erkek için iyi bir sayı. Üstelik ilk hattı yardığımızda kaçanlarıda hiç hesaba katmayınca," demişti Kurt.

Prens karşısında duran hem düşman ,hemde isyan etmese ileride emrinde olacak olan orduyu görünce korktuğunu fark etmiş ve Kurtun sözlerini hatırlamıştı.

Birşeyler söylemeli ve askerlerini cesaretlendirmeliydi. KIlıcını havaya kaldırdı;


"Hakkınız olanı alın ve onlara sadece kılıcınızın, mızrağınızın ve okunuzun acısını hissettirin. Benim için ve kendiniz için, onurumuz için savaşın. Herşey bittiğinde kendimizi evlerimizde bulacağız. Zafer için SALDIRIIIIN..."

......................................


Krallığın başkentinde sarayın önündeki meydanda halk toplanmış ve isyancıların birer birer idam edilmelerini izliyorlar onlara küfürler ediyor ellerine geçirdikleri her ne varsa tüm güçleriyle onlara fırlatıyorlardı. Yüz’den fazla kesilmiş baş, şehrin sokaklarını süslüyordu. Artık sona gelinmişti.

         Muhafız, elindeki kağıt parçasının sonunda yazan iki isim kaldığını gördü. Heyecanlanmıştı ve Kurtun ismini okudu;

“Kralımıza karşı haksız sebepler göstererek ayaklanan ve kardeşlerinin kanını döken isyancıların elebaşı Kurt. O bu huzur krallığında doğmayı ve yaşamayı hak etmemişti. Hain olarak görevini tamamlayamadan yakalandı ve ben Kralımın emriyle seni hain olarak adlandırıyorum. Cezan ölümdür.” dedi ve halk küfürler savurmaya başladı. Çok fazla gürültü vardı. Balta Kurtun kafasını aldığında halk sevinç çığlıkları atmıştı.

         Artık tek bir kişi kalmıştı. Muhafız ellerinin terlediğini boğazının kuruduğunu hissetti. Elinde duran kağıt parçasının sonunda yazan isim Kralın oğluydu. Cesaretini topladı ve halkı susturup;

“Kralın oğlu isyanda kendi halkının kanını dökmüştür.Kralın emriyle ıslıklanmayacaksın ve üzerine hiçbir şey fırlatılmayacak. Halk sana küfürler etmeyecek ki bunun cezasıda ölümdür. Ancak arkandan kimse yas tutmayacak ve ağlamayacak. Kralın emriyle cezan ölümdür. ”

         Alanı büyük bir sessizlik kapladı. Sanki az önce bağıran, çağıran, küfür eden insanlar gitmiş onların yerine dilleri kesilmiş insanlar gelmişti. Prens hiçbir müdahaleye gerek duymaksızın dizleri üzerine çöktü. Elleri bağlı değildi. Ellerini arkasında birleştirdi başını yüzlerce insanın kafasının kesildiği kütüğe doğru uzattı. Gözleri kütüğe bakıyordu. Gözlerini kaldırdı ve insanlara baktı. Bir prens olarak doğduğum ve ileride kral olacağım bu şehirde,bir kukla ve hain olarak ölüyorum diye düşündü, balta kafasına doğru yaklaşırken...